Gizemli Kent Mardin

Mardin’nin taştan evleri,
Üst üstedir yerleri
Meşhurdur güzelleri
Şen öter bülbülleri.

Mardin… Mardin… Kendimin burada,  aklımın orada kaldığı Mardin… Mardin…

Söylenen yanık türküler, antik kent kalıntıları, dillenen taşlar, taş evler, camiler, kiliseler, medreseler, manastırlar, kaya mezarları…

Müslümanlar, Süryaniler, Hıristiyanlar, Yezidiler’in birlikte yaşamları.

Diller, dinler, mezhepler ve inanç özgürlüğü.

Menengiç, mırra kahvesi ve zafaran çayı,

Mezopotamya’da ilk tekerler dönmesiyle başlayan devinimli yaşamlar.

Düşünce okullarından yayılan incelikli düşünceler sevgi, saygı ve hoşgörünün doyumsuzluğu…

Gezerken Mardin’i herkes sussa, Selçuklu, Artuklu,  Akkoyunlu mimarisinin özelliklerini taşıyan taş evler, saraylar, camiler, kiliseler, medreseler, manastırlar, antik kent kalıntıları ve taştan dağlar dile gelir, konuşurlar.

Mardin’in tarih, doğa ve kültür mirası olan tüm güzellikleri konuşur. Unutursunuz kendinizi…

Kent merkezinde çatal kapı görürsünüz iki tokmaklı… Kapının sol kanadında yuvarlak kalın tokmak, sağında aynı görünümde daha ince tokmak. Kapı çalındığında ses kuvvetliyse, çalınan kalın tokmaktır. Gelen erkektir, aileden erkek gider kapıyı açar. İnce sesli tokmak çalarsa, gelen kadındır, kapıyı kadın açar.

Süryani evlerinin kapı tokmakları kuş biçimli.  “Müslümanlar Süryani evlerine kuş gibi özgürce girip çıkabilirler.” anlamını taşır.

Dış kapının üstünde, sağda ve solda Arap harfleriyle yazı ya da Kâbe resmi varsa, bu ev, Müslüman evi ve sahibin hacı olduğu anlaşılır. Bazı evlerin pencere çerçeveleri mavi boyalı. Bu zararlı böceklerin eve girmesini engellermiş.

Mardin’de “manzara hakkı”nın yaşama geçtiğini görürsünüz.  Her ev güneş görecek şekilde yapılıyor. “Hiçbir ev diğerinin güneşini kesemez.” kuralı uygulanırmış. Bir evin avlusu diğer evin terası konumunda, diğer evin avlusu da bir alttakinin terası.

Yöresel duyarlılığın iğne oyası gibi yüreklerde işlenip eyleme dönüşmesini görünce “Beyaz su” gibi akmaya başladı, hayranlık duygularım…

Mardin’de gezerken çarşıda, uğur, nazar ve bereket sembolü olan Şahmeran resimlerini görünce, efsanesini duyumsar, için, için yanarsınız.
Camide ezan, kilisede çan sesi,  çevrede Arapça, Kürtçe, Türkçe, İngilizce konuşmalar duyarsınız…

Kasımiye medresesi avlusundaki yukarıdaki oluktan akan suyun altındaki küçük havt bebekliği, önündeki çocukluğu, sonraki uzunca havt gençliği, havtın sonundaki daralan kısım yaşlılığı, havuzsa ahreti, havuzdan suyun Mezopotamya ovasına akışı sonsuzluk ve yeniden yaşam… Suyun akarken geçtiği yerler, doğumdan ölümüne değin insan yaşamını ve sonrasını simgeliyor.

Dara antik kentine girer girmez etrafınızı çocuklar sarar.“Hoş geldiniz ben Umut; sizin adınız ne?” “ Gülseren.”  “Memnun oldum.”  Düzgün Türkçeyle konuşmaları, sıcaklıkları, beklentisiz yakınlıklarından etkilenirsiniz. Sarı çiçeklerden ve papatyalardan yaptıkları taçları satın alınca, mutlulukla gülümserler. Dara antik kentinde, büyüleyici kaya mezarları, su sarnıçları arasında dolaşan çocukların hepsi birer rehber sanki. Sormadan açıklamaya başlarlar. “Bu mezarda üç kişi yatıyor. “Nereden biliyorsunuz?” dediğimde “Üstünde ayrı ayrı, yan yana üç küçük üçgen varsa,  burada üç kişi yatıyor, iki üçgen varsa iki kişi anlamına geliyor.” deyip susarlar.

“Mezopotamya’da ızgara planlı kent yapısı ilk kez Nusaybin’de uygulanmış. Tüm ara yıllar ana yola çıkıyor ve tüm evler güneş alabilecek şekilde önü kapanmadan yapılıyor. “Manzara Hakkı” burada da uygulanmış.”  Rehber Şükran Hanım’ın, geçmişle, bugünü buluşturan anlatımından etkileniyoruz.
Dünyanın ilk üniversitesi kabul edilen “Nusaybin Okulu”nda, felsefe, mantık, edebiyat, geometri, astronomi, tıp ve hukuk eğitim verilirmiş. Okulun kendine özgü kanunları varmış. Okulu ve kiliseyi “Mor Yakup” kurmuş.

Midyat’ın sokaklarında dolaşırken, Süryani ustaların yaptığı telkari gümüşlerinden almadan edemiyorsunuz. Midyat’taki farklı dinlerin simgesi, birbirini kucaklamış şekilde yapılan saat kulesi mutluluk dağıtıyor sanki. “Midyat’ın dışında yüksek bir tepede kurulmuş olan “Mor Gabriel Manastırı”ndaki kütüphane Moğulların saldırısında yakılmış, kitapların yakılışı üç gün sürmüş.” deyince Lokman Bey, grup olarak yüzlerimiz asıldı bir an. “Neron… Neron’muş” dedim.

Savur’da dağın kucağına oturmuş, Hacı Abdullah Bey Konağı, taş mimarisiyle, gururla zamana meydan okuyor. Geleneksel Türk evlerinin özellikleriyle döşeli konaktaki tüm eşyalar antika. Konaktan etrafa bakıldığında, Savur’a “Mardin içinde küçük Mardin” demelerine hak veriyor insan. Geçmişin tüm görkemi solumak isteyenler konakta konaklayabiliyor. Bu konak bana, Unicef tarafından Dünya mirası kabul edilmiş, korunmaya alınmış Kiji adasındaki Rus köy evini anımsattı.

Kıllık (Dereiçi) köyü, yalnızlığın sessiz çığlığını duyabileceğiniz, kimsesiz kilisesi, camisi ve bomboş taş evleriyle içinizi burkuyor. 3-5 hane Kürt, Arap ve Süryani ailesi yaşıyor. Köyün şakacı muhtarı İlyas Amca “Buranın muhtarı, imamı, öğretmeni ve papazı benim.” Dedi.
Köydeki Mor Yuhanon Kilisesi’ndeki süslü mezarlıklar çok ilgi çekici.

Heybetle akan Dicle’nin yaşam verdiği Hasankeyf’teki mağara evleri büyüleyici. Aynı heybetle duran antik kalıntılara çıkarken, Dicle’nin kaygan taşlarından yapılmış, yukarı doğru kıvrılan yola, seke seke keçi çevikliğiyle tırmanırken, El- Rızk Camisi’nin minaresi üstüne yuva yapmış leyleği görüp resmini çekmeden edemiyorsunuz. En tepedeki dağın üstündeki mağara evlerini gezerken, ilerideki yoldaki Dicle nehri taşlarından yapılmış yolun üstünden su aktığını görünce,  “Nereden geliyor bu su?” diye sormaktan kendimi alamadım.

Rehber Lokman Bey gülümseyerek, “Su değil, güneşin yansımasından öyle görünüyor.” deyince şaşırıyorum. İçimden “Taşlar Dicle’nin suyuna özlemi yansıtıyorlar.” diyorum.

Dünyanın sahip çıktığı bu görkemli güzelliklerin su altında kalacağını düşlemek bile acı veriyor insana. “Hasankeyf’in yaşaması için imza toplamalı.” diye düşünüyorum.

Alnı dövmeli kadınlar, güzel genç kızlar,güleç yüzlü çocuklar. Renk, renk poşi’ler, telkariler, kaburga, işkembe dolması, içli köfte, “Beyaz Su”yun başında sunulan lezzetli alabalıklar, pekmezli, cevizli sucuklar, lahor ağacından rengini almış Mardin’in meşhur bademi, bıtım sabunu, bakırcılığı, ahşap işleri, taş ustalarının yaptığı süslemeler, şifalı otlar ve Şahmeran resimleri gözünüzün önüne gelince Mardinli özlemler ayaklanır. Yeniden kendini Mardin yollarına vurmak gelir insanın içinden.

Çantamdaki “Fadime Ana”nın minik mavi el boncuğunu, ne zaman görsem, Rehber Hamdi, gözümün önünde Mardin güneşi gibi gülümser. Gezi grubundaki tüm bayanlara aynı boncuktan almış, çengelli iğneyle kırmızı kurdele takmış, kutuya koyup armağan etmişti. Yol boyunca araçta türkü söyler. Kimin elinde biraz ağır torba olsa alır taşırdı.

Hafta sonlarını gezi gurubuyla değerlendirmesi, incelikli eylemleriyle Hamdi de Mardin’in farklı bir güzelliğiydi.

Venedik ve Kudüs gibi, dünyada üç SİT kentten, birinin açık hava müzesi görünümüyle Mardin olması duygularımı okşuyor…

Deyrül Zafaran Manastırı’nda zafaran çayı, yer minderlerine oturarak Mezopotamya’da menengiç ya da mırra içtiğiniz anıları yeniden yaşıyorum.

Mardin’de içiniz konuşur,  tarih doğa ve kültür mirası varlıklarla… Sanki bir taş evden diğerlerine dev basamaklardan uçarcasına çıkarsınız. Görkemli Mardin Kalesi’nden  bakınca, uçsuz bucaksız Mezopotamya’nın kırmızı toprakları yemyeşil ovaları, sürülü tarlaları gözünüze değer. Gece ise okyanustur ova. İnanamazsınız, İzmir körfezi rengindedir…

“Mardin gündüzleri seyranlık, geceleri gerdanlık.” diye boşuna söylememişler. Biz ve ötekiler yok burada derken, sevgi, saygı, hoşgörü, inanç özgürlüğü ve güzellikler sımsıkı sarar sizi… Yüreğinizin bir yarısı Mardin atar…

Not: Görkemli güzelliklerle buluşmamızı sağlayan Pastoral Tur’a, Yeşim Hanım ve çalışma arkadaşlarına, değerli rehberler Lokman Açıl, Şükran Laleoğlu’na,  öğrenci rehber, grubun maskotu  Hamdi Turgut’a, paylaştıkları bilgiler için, her biri farklı özelliklerle donanımlı yeni tanıdığım gezi grubu arkadaşlarıma, tanışma mutluluğuyla teşekkürler, sevgiler. 
                                                                                                                

GÜLSEREN ALÇI

İzmir, 6 Nisan 2010 

Bu konu hakkında henüz yorum yapılmamış

İlk yorumu siz yazın.

Lütfen bekleyiniz...
YUKARI