Mimarlar Odası GAP Gezisi (29 Ekim - 1 Kasım 2009)

29 Ekim-1 Kasım 2009 / Mimarlar Odası / Mardin-Urfa-Gaziantep (GAP) gezisi

Odamızın dört günlük GAP gezisi, 29 ekim 2009 günü saat 10:00’da İzmir Adnan Menderes havaalanında buluşarak başladı. Uçağımız 11:30’da havalanıp 13:00 civarında Diyarbakır’a indi ve bizi otobüsümüz, şoför Cesur bey ile yardımcısı Umut, rehberimiz Oğuzhan Abacı, koltuklarımıza rehberimiz tarafından bırakılmış beyaz ve kırmızı gül demetleri eşliğinde karşıladılar. Hava yağmurluydu, Diyarbakır’a hiç girmeden Mardin yoluna düştük. Bayram olmasına rağmen resmi binalar dışında, konut binalarına asılmış bayrak göremedik. Saat 15:00 civarında, bir yerleşim yeri (Çınar olabilir) dışında çok fazla yeşillik görmeden Mardin’e ulaştık. Şehre giriş yeni yerleşim tarafından olduğu için fotoğraflardan tanıdığımız geleneksel Mardin ve Kaleyi uzaktan görerek arkadan tırmandık ve Mardin eşiği denen dağın diğer tarafına geçince şehrin yerleşmiş olduğu yamaca ulaşıp Suriye’ye doğru Mezopotamya ovasını görebildik. Hava hafif yağmurlu ama ılıktı. Otobüsten inip yürüyerek ilk olarak Kırklar Kilisesine girdik. Süryani bir rahip bize adını Kapadokya’da öldürülmüş bulunan kırk şehitten alan kilise ve kendi ibadetleri hakkında bilgi verdi. Mardin’de (sanırım) 2000 Süryani kalmıştı. Binanın içinde fotoğraf çekmek yasaktı.

 

Daha sonra Latifiye camiini şöylece bir görüp Mardin müzesini gezdik. Burasıyla ilgili bakanlığın sitesinden alıntı yapmayı uygun görüyorum, rehberimizin anlattıklarını fotoğraf çekmek adına kaçırdığımızı saklayamayacağım.

 

“Mardin'de Müze ilk olarak 1947 yılında Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi binasında hizmet vermeye başlamıştır. Ancak, Zinciriye Medresesi ihtiyaca cevap vermediğinden bugünkü binasına taşınmıştır. Bina orijinal olarak Süryani Katolik Patrikliği olarak yapılmıştır.

 

23 Ağustos 2000 günü resmi açılışı yapılarak ziyarete açılmıştır. Bina 2 kattan oluşmaktadır. 1. katta kütüphane, depolar ve etnografik eserlerin sergilendiği teşhir salonu yer almaktadır. 2. katta gırnavaz Höyük'te yapılan kazılar sonucu çıkarılan eserlerin teşhir edildiği salon bulunmaktadır. 2. kattaki diğer bir salonda ise satın alma yolu ile müzeye kazandırılan arkeolojik eserlerin yer aldığı bir teşhir salonu ve idare bölümü yer almaktadır.”

 

Alıntılardan hemen vazgeçiyorum, yoksa çok uzun bir yazı olacak.

 

Mersinli olan rehberimiz bölgeyi gerçekten iyi tanıyordu ve bildiklerinin hepsini aktarmak için gerekli her fırsatı kullandı. Havanın kararmış olmasına rağmen programımızda yer alan Ulucami ve Reyhaniye camiini hızlı hızlı gezdik. Taştan binalar yamacın eğimiyle uyum içinde konumlanmış ve çok güzel süslemelerle bezenmişti. Çarşıda bulunan dükkanlar Kemeraltı’nı anımsatmaktaydı fakat satılan başlıca şeyler bıttım, badem ve menengiç sabunu, mavi renkli badem şekeri, çerez, kaçak çay, mırra ve menengiç kahvesi, sürme idi. Giriş cephesi çok güzel aydınlatılmış olan Erdoba konağına girip iç avlusundan yine ovaya baktık. Eğim nedeniyle giriş katının altında sağlı sollu odaları bulunan bir avlusu daha vardı. Hafif yağmurlu hava ve ilk günün yorgunluğu ile grup otele geçerken biz bir arkadaşımızın o gece konaklayacağı PTT misafirhanesine gittik. Orada onun Mardinli askerlik arkadaşı Hıdır’ın annesinin yapıp yolladığı haşlanmış içli köfte, tavuklu maydanozlu pilav ve salatadan oluşan mükemmel bir sofra kuruldu. İçli köfteye doyduk :) Sonrasında mimar Lola tarafından yapılmış bir konak olan bina, ışıklandırılmış cepheleri, arkasından görünen Mardin kalesi, ovaya bakan avlusu ile fotoğraflarımız için bulunmaz bir mekan oldu. Mardinli bekçinin on çocuğunu, Giresun’a okumaya gönderdiği kızını dinleyerek ilk mırramızı ve çaylarımızı içtik. Üstümüze çöken ağırlık avluya söylenen çaylar ve mırra ile geçmeyince Hıdır’ın kardeşi bizi Leylan kafeye götürdü. Burası Kürtçe kitapların da satıldığı, sigara yasağının pek önemsenmediği, eski bir taş evden dönüştürülmüş hoş bir mekandı. Keyifle çaylarımızı içerken bizi yeterince ağırlayamadıklarını düşünen Bekir kardeş “kusura bakmayın” diye sayıkladı durdu. Daha ne yapılabilirdi acaba? Zinciriye medresesinin kapısının tüm detayları güzel bir aydınlatmayla gözler önüne serilmişti. Abbara denen, sokakların üstünü kapatacak şekilde konumlanmış mekanların altında kalan geçitler de Mardin mimarisinin özel elemanlarıydı.

 

Mardin’deki hemen tüm binaların cephelerinin baktığı ova, gece aynen deniz gibi görünmekteydi. Görene kadar toprağın nasıl deniz gibi görüneceğini anlayamamıştım ama uçsuz bucaksızlık, uzaklardaki ışıklar deniz hissi vermekte ve hatta alt yoldan geçen araba sesleri kulağa aynen dalga sesi gibi gelmekteydi. Tek yön olan üst yoldan hemen bir dolmuşa atlayarak yeni şehirde bulunan Yay Grand Otele yollandık. Dolmuş son durakları otelin yanındaydı fakat şoför bizi tam otelin kapısına kadar götürüp bıraktı. Otelden Mardin kalesinin arkası ışıl ışıl görünmekteydi ve sise yansıyan ışıklar kalenin üzerinde bir hare oluşturmuştu. Başka grupla gelmiş olan bir tekstilci hanımla, İstanbul’da yaptıkları sanat tarihi gezileri ile başlayan sohbetimiz saat 12’yi buldu.

 

Ertesi gün sabah 6’da uyandırıldık ve 7:15’te otobüs hareket etti. Hasankeyf’e saat 9 civarında ulaştık. Hava kapalıydı ama yağmur pek yağmıyordu. Çocuklar eşliğinde kaleye tırmandık. Suyun üzerinde biri günümüzde yapılmış ve halihazırda kullanılan, diğeri Artuklulardan kalma yıkık iki köprü bulunmakta. Eski olanı iki katlı imiş. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel’in türbesi ve bir hamam da hemen yakında idi. Hasankeyf yerleşiminin eski bölümü mağaralarda ve kale civarında imiş. Nehre bakan kayaların üzerinde yüzlerce mağara vardı. Tırmanırken manzara müthişti.

 

Öğlene doğru Midyat’a geçtik. Devlet konukevine yürüdük, buranın kat kat teraslarından Midyat manzarasını çok güzel gözlemledik. Bina da yine nakış gibi süslenmiş taş bir konaktı. Sıla dizisinin çekimleri burada yapılmıştı ve son zamanlarda çekilen diziler sayesinde bölgeye ilgi artmıştı. Bir caddede sıralanmış gümüş dükkanlarından telkari takı seçmeye çalıştık. Yarım saat vaktimiz vardı, yetmedi.

 

Öğlen Bahar lokantasında karışık yöresel tabak olarak hazırlanmış kaburga dolması, içli köfte, sembusek ve patlıcanlı bir yemek yedik. Yağmur eşliğinde yola çıkıp Deyrulzaferan’a vardık. Gezmek için sıramızı beklerken Süryani kahvesi içtik. Bu Süryani manastırını bize özel bir rehber tanıttı. Bölümleri şöyleydi: Önemli kişilerin mezarlarının bulunduğu bir salon, Patriklik ve metropolitlik mekanının bulunduğu kilise, yılda bir kez ayin yapılan Meryem Ana kilisesi. Bodrum kattaki Güneş tapınağı ise çok özel bir mekandı. Tavanı düzdü, yanyana bitişik taşlardan oluşmaktaydı. Meğer o taşlar 2m yüksekliğinde olup yer düzlemine bir açı oluşturacak şekilde harçsız olarak konmuşlar. Tavan kilit taşı mantığı ile taşınmaktaymış. Doğuda bulunan küçük bir pencereden giren sabah ışığı ile güneşe ibadet yapılmaktaymış Hristiyanlık öncesinde.

 

Mardin’e ulaştığımızda Kasımiye medresesine gittik. Akşam olmasına rağmen kapanmamıştı ama elektrikler kesikti. Bienale ait sanat eserleri ve medrese el feneri ışığında mükemmeldi, el yordamıyla gezip fotoğraflar çektik. Avlusunda bir eyvan, eyvanın -kan izleri bulunduğu söylenen- kırmızı renkli arka duvarından başlayarak ortadaki havuza akan su, avlunun güneyinde de ovaya bakan kemerli açıklıklar vardı. Çok etkileyici olan mekan Konya’daki medreselere benziyordu. Yağmura rağmen şehrin içinde gezmeye devam ettik ve alışveriş yaptık. Şahmaran motifli tepsi en çok beğendiğim hediyeliklerdendi. Yemek için otelimize geldik. Otel yönetimi tarafından her masaya çiğ köfte tabakları bırakıldı, gerçekten de güzeldi köfteler. Saat 19:30’da şarap tatmak için tekrar şehre döndük. Sururi handa bulunan bir kafe-restoranın avlusunda soğuğa rağmen oturduk. Daha sonra canlı müzik dinlemek için içeri geçtik. Restoran bölümü yamaca gömülü idi ve orda kaleye doğru çıkan bir geçit yakın zamanda tesadüfen bulunup aydınlatılmıştı. Şarap isteyenler ev yapımı Süryani şarapları aldılar ve otelimize döndük. Rehberimiz nerdeyse 24 saat hizmette.

 

Sabah 5:45’te kalktık, 6:45’te aracımıza bindik, fakat hava sisli olduğu için birkaç kişi yola çıkmadan önce beklememiz konusunda ısrar etti. Karayolları ile yapılan görüşme sonrası yolların açık olduğu anlaşıldı ve 7.15’te yola çıktık. Gerçekten de Mardin’e doğru sis açılıverdi. Uykumuzun devamını Urfa yolunda aldık ve 11 gibi Harran’a vardık. Nerdeyse Suriye sınırında olan Harran’da da şansımız yaver gitti ve açık bir havada gezimize başladık. Kale içindeki sarayın çok büyük bir kısmı ayakta kalmıştı. Harranlı çocuklar hemen etrafımızı sarmış hem ellerindeki üzerlikleri satın almamızı hem de onlara rehberlik yaptırmamızı istiyorlardı. Hatta birkaç dilde anlatabiliyorlardı kalıntıları. İbrahim adındaki kibar bir çocuk para istemeden rehberlik yapacağını söyledi ve bizi hiç bırakmadı. Diğer bir büyük kalıntı olan Ulucamiye yürüdük. Uzakta iki deve koşturmaktaydı. Çan kulesine benzeyen minaresi, giriş kapısı ve birkaç duvar ayaktaydı ama yerde bir yığın taş bulunmaktaydı. Çocukların hemen hepsi Arap olup Türkçe’yi okulda öğrenmişlerdi. Konik çatılı Harran evi örneği olarak düzenlenmiş eve geçip içerdeki şallardan satın aldık. Orda yöresel kıyafetlerle satış yapan Cemile Turkcell reklamında oynamıştı. Başındaki eflatun örtüsü ile gülümseyerek poz verdi ki bu eflatun örtü kadın erkek herkesin başında bulunmakta. İçerde yine zorla rehberlik yapmak isteyen ve bozuk para sevmediğini de ekleyen sarışın İbrahim ise fazlaca cin ama çok sevimli bir çocuktu. Koştur koştur otobüse geçerken tekrar etrafımıza üşüşen çocukları ise polisler kovaladı.

 

Saat 14:00 gibi Urfa’da El-Ruha oteli yanındaki Çardaklı Köşk restoranda uzun süre bekledikten sonra yemeklerimizi yiyebildik. (Ciğer, lahmacun ve künefe). Hemen karşıdaki balıklıgöl ve çevresindeki camilerden oluşan kutsal ve büyük alanı gezdik. Halil ür-Rahman camii ve Hz. İbrahim’in doğduğu mağaraya girip su içtik. Balıklar mekandan mekana akan sular boyunca yüzmekteydi ve hepsi de son derece semirmişti. Sonra Gümrük han civarını dolaşıp hanın orta avlusunda mırra ve çay içtik. Şallar, örtüler arasında kendimizi kaybettik, hediyeler ve isot aldık, otele yürüdük. Saat 19’da sıra gecesine gitmek üzere tekrar çıktık ama önce gündüz görememiş olduğumuz Ulucamiye gitmeyi ihmal etmedik- rehberimiz sağolsun. Sıra gecesi için, Yıldız Sarayı konukevinde yerimiz ayarlanmıştı. Yine ortası avlulu, üç katlı bir eski bina… Tonozlu tavanı olan bir küçük salona upuzun hazırlanmış yer sofrasına oturduk. Sofranın ucunda saz ve ses sanatçıları yer almışlardı. Tabi ilk türkü “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” idi. Birbirinden güzel, hüzünlü, hareketli türküler dinledik. Davulcu ortaya gelip hoş bir gösteri yaptı. Sonra rehberimiz oynama konusunda da hünerlerini gösterdi. Bizler de dayanamayıp ona eşlik ettik. Soğuk çorba, salata, fındık lahmacun, içli köfte karışık kebap mönümüzü oluşturmaktaydı. Bunları hele yere oturarak yemek için büyük çaba harcadık. Gecenin sonunda ortaya malzemeler kondu, güçlü kuvvetli birisi yarım saat kadar çiğ köfte yoğurdu, bir başkası da yere tabakları ve içlerine garnitürleri dizdi. Siyah isotla yapılmış olduğundan koyu renk ve iri olan çiğköfte otelde yediğimiz kadar hoş değildi. Üzerine, şerbetli, krepe benzeyen şıllık tatlısı geldi. Artık midelerimiz isyan etmekteydi, hemen yetişen çayları içerek durumu toparlamaya çalıştık. Hatta otele de yürüyerek gittik ve bu isabetli karar sonucunda balıklı göl ve civarını gece de gezme ve fotoğraf çekme şansımız oldu. Balıklar sakin ama bulanık suda alışılmadık görüntü ve fazlalıktaydılar. Otele dönünce de terastan kalenin fotoğraflarını çektik. Gerçekten çok büyüleyici mekanlar…

 

El Ruha otel gerçekten şık ve konforluydu ama biz yine sabah 5:45’te kalkıp 6:45’te otobüse bindik. Hava yine yağmurluydu, Halfeti’ye kadar uyukladık. Orda bizi elinde güllerle (ama siyah gül mevsimi değilmiş, kırmızı güller) birisi karşıladı. Tekne gezisi öncesi ihtiyaç ve çay molası aldık. Halfeti’nin ve diğer pek çok yerleşim yerinin yarısı sular altında. Yeni Halfeti’yi su kenarına inmeden önce görmüştük, çirkin binalar yumağı. Teknemize bindik. Giderken hava çok yumuşaktı, en önde açıkta durabildik. Solumuzda dimdik yükselen ve bir yarımadaya yerleşmiş Rumkale müthiş bir yerdi. Karayla bağlantı yeri de kayalara oyulan bir hendekle kopartılmış. Savaşan köyünün sudan çıkar haldeki minaresini de görüp hafif hafif üşüyerek geri döndük.

 

Sonraki durağımız Birecik ve kelaynaklar idi. Üretim çiftliğindeki görevli bize kuşları çoğaltmak için yaptıkları çalışmaları anlattı. Şu anda diğerleri gibi ordaki kafeslerde olmayıp göçte olan birkaç kuşu çiplerle takip ediyorlarmış. Çok delikanlı kuşlarmış, eşleri ölünce başka kuşla çiftleşmezlermiş.

 

Öğlen Gaziantep’e vardık. Grubumuzun büyük bölümü Kırkayak Antep Sofrasında yemeğe otururken diğerleri şehre yürüdüler. Yöresel mönümüz şöyleydi: Alaca çorba, yuvarlama, salata, fındık lahmacun, içli köfte (halaaa!), karışık ızgara, havuç dilimi baklava ve çay. Akıllılık edip tek mönüyü paylaştık Nazife’yle ama her ihtimale karşın ilave söylemiş olduğumuz lahmacun bitirdi bizi J

Antep gezimizde, Kale, eski çarşı, bedestenler, camiler, kiliseler, Atatürk’ün konuşma yaptığı bina, Kurtuluş savaşında şehit düşülen birkaç önemli yer, anıtlar vs görüldü… Saat 15’te Antep müzesindeydik. Zeugma mozaiklerini çok alelacele görebildik. Meşhur çingene kızı tahminimden küçük bir boyuttaymış. Tam müzeden ayrılırken grubu kısa bir süre için kaybettik. Onlar restorandan sonra ancak toparlanıp müzeye gelebildiklerinden baklava ve fıstık almak için Aşina’ya gidiyorlarmış. Sonunda gecikmeli olarak 16:20’de Adana’ya hareket ettik. Yol boyu yine rehberimizin şahmaran vb efsanelerini dinledik. Hava iyice karardı, yağmur arttı. Bir süre sonra yorgunluktan uyuyakaldık ama Antep-Adana otoyolunda babamın çalıştığı üç tüneli kaçırmamayı başardım. Geçerken de onu aradım. Saat 20:15’teydi uçağımız ve biz 19:30’da havaalanına zar zor yetiştik. Toplu halde girişimiz yapıldı ve bu sayede çok gecikmedik. Aldığımız ıvır zıvırlar için yedek çanta almamış olmamıza hayıflanarak İzmir’e yollandık. Adana havaalanı da, İzmir havaalanı da çok kalabalıktı. Duyduğumuza göre geçtiğimiz şehirlerde yağmur iyice şiddetlenmişti ama İzmir’e ayrıca kış da gelmişti.

 

Çok çok güzel dört gün geçirdik. Güneydoğu; insanları ve kültürel varlıklarıyla gerçekten hazine gibi. Bizi ağırlayan ve gezide emeği geçen herkese minnettar olmamak elde değil. Her şeyin tadı damağımızda, aklımız orda kaldı, en yakın zamanda tekrar oralara gidip, kaldığımız yerden devam etmek dileğiyle…

Bu konu hakkında henüz yorum yapılmamış

İlk yorumu siz yazın.

Lütfen bekleyiniz...
YUKARI